Gezdik, geldik.
Her zaman olduğu gibi aylar öncesinden planladık. Koraylar Londra’da Kahve Festivali’ne katılıyordu, peşlerine takıldık. Evet, okullar tatil değildi, biz yine kendi tatilimizi kendimiz yarattık. Anlayacağınız kaçtık!.. (Gezmek güzel ve her zaman tüm şartların uygun olmasını beklersek bu kadar gezemeyiz, arada şartları zorlamak lazım!)
Seyahati 5-10 Nisan planlamıştık. Çarşamba öğlen uçaktan indiğimiz gibi yürümeye başladık. Şimdi kontrol ettim pazartesi günü uçağa binene kadar toplam 85.950’şer adım atmışız. Günde ortalama 15bin adım eder, sakın “Ne ki yeaa!” demeyin aramızda bir de 5’lik Bal vardı o kadar yolu teperken. Çoluk çocuk, sırt çantalarıyla yürüdük, doğrusu üst arka baldırlarım hala sızlıyor.
Aşağıya ilerde unutmamak için harita üzerinde “özenle” genel yürüdüğümüz bölgeleri çiziyorum.
Portobello, Notting Hill, Keninsgton Garden, Hyde Park, Abbey Road, Covent Garden, Soho, Regent Street, Oxford Street, Westminster, Thames Kenarı, Big Ben, London Eye, National History Museum, Tate Modern, Saatchi Gallery, Brick Lane, Mile End, Spitalfields hepsini yürüdük.
Daha fazla bekleyemeden Londra’ya çok bayılmadığımızı söylemek istiyorum. Ben daha önce 7 yaşında gitmiştim ve “Nedense hiç listelerimde ön sıralara gelmiyor bu şehir” diye düşünmekteydim ve şimdi anlıyorum ki ilk seyahatimin etkisi ve belki de utancı varmış. O zaman elbette çok küçüktüm, tek hatırladığım Özlemle birlikte canım anneanneme çektirdiğimiz eziyetler silsilesi. Otomatik kapılı asansör Türkiye’de yoktu, otelin içinde koridorlarda koşup asansöre biner, kapı kapanırken anneannemin telaşla arkadan gelip bize yetişememesini izler, katılırdık gülmekten. Çok hainmişiz, çok utanıyorum ancak daha küçük olduğum için bu fikir muhtemelen cin Özlem’in fikriydi diye suçumu kendi çapımda hafifletiyorum.
Londra karanlık, içe dönük, içine kasvetli bir şehir. Üstelik Nisan ayında hava 21 dereceyken gittik. Parklarda çiçeklere, üstleri tamamen kaplanmış ağaçlara aşık olarak gezdik. Elbette çok güzel bölgeler var ve elbette çok büyük olması nedeniyle 5 günde yargılamak doğru olmaz ama havanın mis olmasına rağmen parklar dışında keyifle oturacak, kahveleri, biraları devirecek açık alanlar, kafeler yok.
Bizim yürümekten bezgin düştüğümüz saatlerde millet işten çıkıyordu. Herkes son hızla en yakın (İzbe görünümlü, sadece kapısını görebildiğiniz, dışarda oturma alanı olmayan) pub’lara koşturup kaldırım üstlerinde, ayakta, topuklularla falan, tepiş tepiş toplanıp biraları deviriyor.
Şimdi bir ara verip şu yukarıdaki paragrafı okudum da yaşlandığımı anladım 🙂 Tamam biz de topuklularla falan Pub’lara bolca koşturduk zamanında ama hep ayakta ölür insan. Aralara açık havada oturma kafeleri serpiştirmeli.
Seyahatin en güzel taraflarını listeleyeyim:
- Tate Modern ve Saatchi Gallery şahane, binalar güzel, eserler enteresan. İlk gittiğimizde Tate Moden’in arka kapısında geniş alanı dairesel şekilde çevreleyip sis püskürtüyorlardı, çocuklar çok mutlu oldular, biz de bayıldık.
- Covent Garden şenlikli, Kensington tarafı şık ve temiz, Portobello’da pazarın sonuna yetiştik ama renkli olduğunu gördük.
- Yemekler ve dondurmalar harikaydı. Uzak Doğu, Asya, Hint mutfağına doyduk. O kadar yürümemize rağmen yine kilo aldık 😦
- Brick Lane’i beğendik, Kahve festivali de oradaydı. Yollar, dükkanlar, restoranlar, açık pazarlara bayıldık.
- Her gezide olduğu gibi grafitileri çok beğendim.
Şimdi, hazır vizemiz varken kullanmak lazım diyorum ve yeni rota çalışmalarına başlıyorum. Yazın belki Edinburgh’a gideriz, ne de güzel olur 🙂
Bir Cevap Yazın