Yaşamımın hemen her döneminde çok yakın arkadaşlarım oldu.
Çok yakın arkadaş kavramını abartılı yaşayan bir çocukluk geçirdim. Mümkün olan her fırsatta buluşup birlikte saatler geçirilen, nihayet ayrılıp evlere dönüşün hemen ardından sanki hiç görüşülmemiş gibi yine saatlerce telefonda konuşulan cinsten arkadaşlıklar. Abartılı işte.
Pek çok arkadaşımla uzun yıllardır görüşüyorum, bazen araya zaman giriyor ama kaldığı yerden devam ediyor dostluklar.
Bak sağından solundan yazıp, giriş yapıyorum bahanesiyle kıvırıyorum yine. Oysa ki 1 yıl geçti, tam 12 ay geçti, koskoca 52 hafta geçti, 365 gün oldu ama hala zorlanıyorum.
Yonca, benim 33 yıllık arkadaşım. Çocuktuk, yaz tatilinde (yazlıkta) tanışıp kaynaştık. O zamanlar ben İzmir’de, kendisi İstanbul’da oturuyordu dolayısıyla yaz sona erip okul hayatına döndüğümüzde teknolojiler de yetersiz olduğu için mektuplaşarak haberleşmeye başladık. Mektuplaşma konusu uzun yıllar devam etti. Önce Yoncalar başka bir yazlık hayatına başladı görüşemedik diye, ardından biz de İstanbul’a taşınınca heyecanlansak da birimiz Bostancı birimiz Levent’te oturduğumuz için hafta sonu görüşebilmek yetmedi diye diye mektuplar bitmedi.
Yaşlar ilerleyip hareket kabiliyeti arttıkça ya o yurt dışına gitti ben kaldım, ya ben gittim o döndü derken kocaman insanlar olduk ama yazışmalar uzun yıllar son bulmadı.
İş hayatına başladığımızda artık rahatça görüşebilecek kadar özgürdük, imkanlarımız arttı, cep telefonlarımız bile oldu ve önce abartılı görüşmeli, ardından daha normal düzeyde görüşülen pek çok yılı daha devirdik.
Yonca çok komiktir. Özellikle aşırı zeka, kıvraklık nedeniyle değil her haliyle, ani saflıklarıyla, zayıf hafızasıyla, gözlerinin içine kadar sinen deli gülüşüyle, sinirlenince aşırı tizlenen ve hatta heceleri lüp lüp yutan sesiyle, pop-rock-caz-arabesk fark etmez hep kendine özgü ve tek bir ezgiyle seslendirdiği şarkılarıyla, ufacık tefecik basit şeylerden mutlu olup çok lüks keyif yapar edalarıyla komiktir.
Pek çok mutsuz gündemimiz oldu, pek çok sinirlenecek olay yaşadık, oturup zır zır ağlamışlığımız vardır ama Yonca’yla bu durumların hiç birini yalın yaşayamazsınız. Her bir durumu ortada bir yerde “Sssalaaak!” dediğiniz ve konuyu unutacak kadar gülmeye başladığınız kahkahalar eşliğinde yaşarsınız.
Geçen yıl Yonca öldü.
Pat diye, “söz deniycem” dese de bırakmamakta inat ettiği sigarasını her zaman ağzına kadar doldurup ancak yarısını içebildiği kahvesiyle tükettikten hemen sonra başlayan bir beyin kanamasıyla hastaneye yatırıldı ve 5 gün sonra da gitti.
Her ölüm üzücüdür, her ölüm can yakar… Yonca bende kocaman bir doyamamışlık hissi bıraktı. O kadar zaman geçirmişlik, bilmişlik, tanımışlık, yaşanmışlıktan sonra insan sadece aşırı üzülür, özler, anar gibi düşünürmüşüm demek ki, öyle olmadığını anladım.
Doyamamışım ben Yonca’ya.
Yıllar geçtikçe, hayatlar doldukça giren mesafelere normal diye bakmışım hep, “nasılsa görüşüyoruz ya canım” demişim, öyle ayda iki üç konuşmak normal, abartmaya gerek yok diye yaşamışım anlamadan. Meğer ne kadar eksikmişim, ne kadar daha vakit geçirmemiz gerekirmiş onu anladım.
Şimdi bütün mektuplarımız bir kutuda, yatağın kenarında duruyor. Açıp okuyamadım bir yıldır. Elim gitmiyor henüz, belki yakında bir gün…
Çok üzüldüm. Başın sağ olsun…